David Icke’tan ‘Gerçek’in Titreşimleri (V)
‘Sevgi’ denen özgürlük...
Hepimiz
ancak kendimize saygı duyup, kendimizi seversek gerçekten özgür
oluruz, ancak ne yazık ki insanlık, kollektif olarak da, bireysel
olarak da bunu yapmakta çok zorlanıyor. Sonuç olarak dünyaya kendimizi
sevmemeyi, kendimizden nefret etmeyi, yani bu spiritüel kanseri
aksettiriyoruz, içimizdeki hengame dışa dönüyor, sonucu da hergün haber
bültenlerinde izliyoruz. Karşılaştığım en hırçın insanlar kendilerinden
nefret eden, kendine sevgisi ve saygısı olmayan kişiler. Düşüncelerimiz
ve davranışlarımız değişirse, dünyadaki hayat da değişir. Kendimizi
iyileştirirsek, dünyayı da iyileştiririz. ‘Zihinlerimizi hapsetmiş
olanlar’, bunun iyice farkındalar. Dışarıdaki kaosu sürdürebilmek için,
biz insanların içimizdeki kaosu ve çatışmaları kışkırtmaları gerektiğini
çok iyi biliyorlar, çünkü o zaman içimizdeki düşünce dalgalarımızı,
enerjimizi, içimizdeki hastalığı ve uyumsuzluğu, dünyanın enerji
alanına yansıtıp, dışsal, gezegen düzeyinde bir hastalık ve uyumsuzluk
yaratacağız ve bu da içinde tutulduğumuz titreşim/frekans hapishanesini
ayakta tutacak. Binlerce yıl boyunca, korku, suçluluk ve ‘değersiz bir
kul olma’ duygusu yaratmak üzere dogmatik din kullanıldı. Bu da
insanların, kendilerini güvende hissetmedikleri için, düşünme haklarını
din adamlarına vermelerini sağladı, çünkü kendi kararlarını
kendilerinin vermeleri için sonsuz bir yeteneğe ve hakka sahip
olduklarını anlayamayacak kadar büyük bir güvensizlik içersindelerdi.
Bilim nedeniyle dinin gücü azalınca; bilim, politika ve ekonomi dinin,
bilimadamları, politikacılar ve ekonomistler de din adamlarının yerini
aldı. Neticede hep sonsuz potansiyelimizi inkar etmek üzere
koşullandırılıyoruz. Sanki doğuştan ‘günahkar’ız! Açıkçası, ‘insan
kitleleri’ ‘sıradan insanlar’ veya ‘sokaktaki adam’ tabirlerini
işittikçe veya politikacılar halkı ‘bizim insanımız’ şeklinde ifade
ettikçe sinir oluyorum, sanki biz, onların yüksek akıllarıyla himaye
etmeleri gereken çocuklarmışız gibi!
‘Sıradan insan’ diye birşey yok! Sadece Yaratıcı’nın, tek bilincin,
muhteşem yansımaları var! Her bir yansıma özel ve yaratıcı tarafından
sonsuz bir sevgiyle seviliyor! Her bir yansıma/ruh/öz, deneyim yoluyla
bir gelişim yolculuğuna çıkıyor ve istediği herşey olma, istediği her
şeyi yapma potansiyeline sahip! Uyanma ve programlanmadan kurtulma
işlemimiz ancak; korku,suçluluk ve değersiz olma duygusundan
kurtulduğumuz zaman devreye girecektir. Her bir saniye, çevremizi saran
evrenden ve kendi bilinç seviyelerimizden enerji alıyoruz. Bunlar
içgüdüsel enerjiler. Bu akış ve bağlantı karın boşluğunun altındaki ‘Kök
Çakra’denilen girdap noktasından girip, diğer enerji noktalarına
geçiyor. Bu akış güçlü ve uyumlu olduğu zaman içsel potansiyelimiz çok
güçlü oluyor, ama bu sadece kendimiz ile barışık isek söz konusu
olabiliyor.
Korku, suçluluk ve alınma da birer kavram, ama aynı zamanda birer
enerji. Bu derinlere yerleşik, uzun süre tutulan duygular, bizi yiyip
bitiren karanlık düğümler gibi. Eğer bunlarla yüzleşip salıvermezsek,
kanser veya kalp rahatsızlıkları gibi hastalıkların baş nedeni oluyor,
içimizden geçen enerji akışını bloke ediyor. Sembolik olarak bu
engelleri, blokları, akmakta olan bir nehirdeki baraj veya büyük
kayalara benzetebiliriz. Bunlar nehirde anaforlar ve girdaplar
oluştururlar. Aynı şekilde zihnimiz hapseden titreşimsel hapishane de
büyük bir negatif enerji düğümü olarak, bedenimize evrenden gelen enerji
akışını bloke ediyor. Kendimizi değersiz görürsek, korku ve suçluluk
hissedersek, bu bizim kendi öz benliğimizle olan bağlantımızdan koparır.
Spiritüel açıdan korku ve suçluluk duymamıza neden olan unsurlara
bakacak olursanız ne kadar saçma olduğunu anlarsınız. Bu duygularla,
sadece nesillerden beri üzerimizde uygulanan bir programa
kilitleniyoruz.
Korku/Endişe
İnsanoğlunun en
alt çizgisine bir bakacak olursak, bizden çekip alınamayacak bir tek şey
var. Herşeyin kaynağı/Tanrı/Sonsuz Sevgi/Sonsuz Enerji adına ne
derseniz, hepimizi eşit derecede ebediyen seviyor. Bu karmakarışık
titreşimlerden kurtulup, yüksek benliğimize ulaşırsak, bu olağanüstü
sevgiyi hissetmeye ve onu fiziksel dünyamıza taşımaya başlarız. O
muhteşem sevgi ile bağlantı kurarsanız, onu hissetmeye başlarsınız. O
yargısız, hükümsüz, koşulsuz ‘sevgi’dir. Korkacak hiçbir şey yok, çünkü
yargısız koşulsuz bu sevgide, korku ya da suçluluk duygusu yoktur.
Korku, kendi yarattığımız bir olgudur. Kalbimizin ve zihnimizin gücüyle
bu korkuyu yaratmış olduğumuz gibi, yok edebiliriz de. Korkmamak,
bilinçsiz olmak demek değildir. “Yaşamak
için korkmak lazımdır, çünkü yoldan geçmekte olan bir arabanın önüne
yürümek veya aslanın kafesine girmek korku olmazsa sağlanamaz”
sözü yanlıştır. Korku ve bilinçli olmak aynı şeyler değildir. Birşeyin
sonuçlarını bilip bundan kaçınmak için korkmak gerekmez. Aslında korku,
hoş olmayan olayların nedenidir, onlardan korunmak değildir.
İki ülkeye birbiri hakkında saldırgan niyet içersine sokanlar
politikacılardır. Her iki ülke de, karşısındakinin kendisi için olumsuz
planlarının olduğunu düşünerek korkar ve ‘o beni yok etmeden ben onu yok edeyim’ düşüncesiyle
karşı tarafa saldırır. Savaş genellikle korkunun, fiziksel bir
tezahürüdür. Savaştan koruyucu sevgi ise, güven ve saygının tam
karşıtıdır. Kendimizi korkularımızdan arındırırsak, dünyanın da korkudan
arınmasına katkımız olur. Korkuyu dünyadan kaldırmak savaşları,
anarşiyi ve bütün diğer uyumsuzlukları da ortadan kaldırır. Bir kez daha
belirteyim, hepsi bizden başlar.
Korku, kendine değer vermeme ve kendine saygı duymamak ile
bağlantılıdır. Dışarıdan bakıldığı zaman, iyi görünüyor olmanın teyit
edilmesi demektir. Birçok kişinin topluluk önünde konuşmaktan
kaçınmasının nedeni korkudur. Bunun nedeni, izleyicilerin, hakkında ne
düşünücekleri endişesidir.
Kişiler karşılarındaki izleyicilere bakıp, söylediklerinin ve
yaptıklarının doğru olduğunun onaylandığını görmek isterler.
İzleyicilerin kendilerine itiraz etmelerinden veya kendilerini aptal
bulmalarından korkarlar. Konuşmacıyı boş bir salona koyun, güvendiği
aile üyeleri veya dostlarıyla doldurun, hepsi görüşlerini rahat rahat
paylaşırlar. Belirsiz bir izleyici/dinleyici önüne koyun, görüşlerini
belirtmekten çekinirler.
İnsanlarla bağlantı kurup onların gerçek yapısını anlarsak onlar için
doğru kişi oluruz. Oysa insanların sizin hakkınızda ne düşündüğü, ya da
söyledikleri önemli değildir. Herkesin duymak istediği şey farklıdır,
önemli olan kişinin yaptığı şeyin doğruluğuna inanmasıdır. Tabii ki
bütün her türlü bilgiyi dinlemeye ihtiyacımız var, ancak içimizden
yüksek benliğimizden kopup gelen içgüdüyü izlersek izleyicinin bizim
hakkımızda ne düşüneceği korkusu veya endişesi duymayız, çünkü onların
da kabul veya itiraz etmeye hakları olduğunu düşünürüz. Bu karşılıklı
saygıdır. Önemli olan sizin kendinizi bilmenizdir. Bilgiyi bastırmanın
en etkin yolu herhalde statükoya karşı olanların yaşadıkları korkudur.
Hele şimdilerde insanlar konuşmak bir yana, düşündüklerini bile
söyleyemez hale geldiler. Artık bunun sona ermesi lazım.
Çok kişi benim güvenliğimden endişe ediyor, çünkü ‘güç’lere karşı
konuşuyorum, düşüncelerim basına yansıyor, konferanslar veriyorum.
İçtenlikle söylüyorum, hiç korkmuyorum. Birşeyin doğru olduğuna
inanıyorsam, seyirci veya dinleyici kitlelerine ulaşmamı engelleyecek
bir şey olmaması için dikkat ediyorum, ama birşeyin doğru olduğuna
içtenlikle inanıyor ve iletişim kurmak istiyorsam, sonuçlarından
korkmuyorum. Öncelikle kelimelerle anlatamayacağım bir şekilde
korunduğumu hissediyorum, ama en kötü ne olabilir? Ebedi varlığım bu
fiziksel kabuğu terkeder, farklı bir gerçeklik dalgasına, başka bir
boyuta geçer. Bunun da hiç kötü birşey olmadığını görüyorum. Yıllarca
İngiltere’de alay konusu olduğum zamanlar çok kötü günler yaşamış
olduğum için, bundan daha kötü bir şey olacağına inanmıyorum. Yolda
yürürken insanların beni birbirlerine gösterip işaret etmeleri,
bağırmaları, alay etmeleri, benim gerçekte ne düşünce içinde olduğumu
değil, sadece basının verdiği bilgiyi, sorgusuz sualsiz kabul
ettiklerini gösteriyordu. Bu tür deneyimler, bana insanların herşeye ne
kadar kolaylıkla inandıklarını gösteriyor. Başkaları senin hakkında kötü
düşünürlerse ne olur? İnsanların fikirleri sürekli olarak değişebilir.
Bunda korkacak ne var?
Suçluluk
Bazen
seminerlerde ‘suçluluk’ duygusundan söz ettiğim zaman, bazı çok değerli
muhteşem insanların, nasıl bir suçluluk duygusu içinde olduklarını
görmek beni son derece üzüyor. Şahane insanlar, sırf suçluluk duygusu
nedeniyle kendi hayatlarını cehenneme çeviriyorlar. Oysa suçluluk
duygusu da korku gibi insanları kontrol altında altında tutmak için
kullanılan bir kavram, ama analiz edecek olursanız bunların, nesilden
nesile geçmekte olan , programlanmış değerler olduklarını görürsünüz.
Dünyanın dört bir yanında Roman Katolik rahipler var ve bunlar cinsel
isteklerini bastırmak için kendileriyle savaş halindeler. Oysa son
derece doğal olan bu duygular, zavallıların bütün günlerini suçluluk
duygusu ile geçirmelerine neden oluyor. Neden? Çünkü nereden aklına
geldiyse, 1074 yılında Papa’nın birisi çıkıp rahiplerin bakir olmaları
gerektiğine karar vermiş!
Cinsel ilişkiler
herhalde suçluluk duygusu yaratmak açısından kullanılabilecek sayısız
aracı olan bir kavram. Örneğin magazin basını, zengin ve ünlülerin
ahlakını yargılama haberleri olmasa, derginin sayfalarını nasıl
dolduracak? Bu yargılamalarla nice insanın hayatı söndü. Üstelik bu
yargılamaları yapanlar da, aslında kendilerinde olup olmadığı tartışılan
‘ahlak’ın bekçiliğini yapan medyacılar. Peki bu ahlakın yargılanma
dürtüsü nereden geliyor? Binlerce yıl öncesinden. Peki buna kim karar
vermiş?
İlişkileri
çevreleyen kelime ve klişelerin arkasına bakarsanız, orada hiç sevgi
göremezsiniz. Orada bir çeşit sahiplenme duygusu vardır. “Seni seviyorum, o halde sana sahibim...”
Bu da ne demek? Peki gerçek sevgi nedir, biliyor muyuz? O kadar sonsuz
bir sevgidir ki, yargısız koşulsuz, sahiplenmeyen bir sevgi
yoğunluğudur. Kimseye sahip olamayız. Acaba, kaç kişi karşısındakini
gerçekten seviyor? Burada bizi sevdiği için ‘partnerimize saygı duymayalım’
demiyorum, tabii ki seveceğiz de sayacağız da, ama sözünü etmek
istediğim ikili ilişkilerde çekilen acılar ve üzüntüler, genellikle
programlanmış olmaktan kaynaklanıyor. Toplum, yüzlerce yıldan beri, neyi
doğru neyi yanlış olarak algılayacağına tam olarak programlanmış
durumda. Bakar mısınız, bir tarafta cinsellik kirli ve günahkar yapan
bir unsur sayılıyor, diğer yanda medya yoluyla da alabildiğine teşvik
gören fiziksel isteklerin kaynağı oluyor. Kısaca fiziksel aşk/cinsellik
ile spiritüel/manevi aşk arasında bir bölünme oluşturulmuş. Spiritüel
aşk/manevi sevgi, manevi enerjinin bir patlaması oluyor.
Fiziksel
deneyimimizi, düşündüklerimiz ve hissettiklerimizle kendimiz yaratırız,
çünkü aklımız ve duygularımız, nasıl düşündüğümüze ve nasıl
hissettiğimize bağlı olarak farklı frekanslarda dalgalar yayar. Bu
sadece farkında olduğumuz bilinç için geçerlidir. Ancak bilinçaltımızda o
kadar çok bastırılmış düşünce, davranış veya duygu vardır ki, bunlarla
uğraşmak istemeyiz. Örneğin, çocukluğundan kalan bir öfkeyi
bilinçaltında tutan bir yetişkin, farkında olmadan, hala o öfke
dalgasını yayıyordur. Bu da , titreşim çekimi kanununa göre, bilinçli
veya bilinçaltından öfkesi olanların öfkesini çeker. Dışarı ne verirsek,
içeri onu çekeriz.
Bu titreşim
karışımında; bilinçli düşüncelerimiz, duygularımız, doğuma bağlı
astrolojik özellikler vardır. Doğduğumuz zaman, dünyaya geldiğimiz yer
ve zamanda yeryüzünün enerji özelliğini alırız. Bu özellik, o anda hangi
gezegenin dünyayı etkilediğine bağlıdır. Her dakika enerji alanı
değişir, dolayısıyla nerede ve ne zaman doğduysak, hayatımız için en
uygun olan enerji özelliğini alırız. İnteraktif titreşimler, kendi
gönderdiğimiz enerjiyi bize gönderir. Eğer bir kurban olduğumuzu ,
hayatımızı kontrol edemediğimizi düşünüyorsak, o frekansta rezone eden
kişilerle senkronize oluruz. O zaman talihsiz, güçsüz ve zavallı bir
‘dünya hayatı’mız olur. En güzel şeylerin hep başkalarına olduğunu
düşünürüz, zaten olur da. Ama bize olmaz, çünkü dünyadaki güzel şeyleri
içeren enerjiye bağlanmamışızdır. Hiçbir zaman yeterli paranızın
olmayacağını düşünürseniz olmaz. Para bir enerjidir ve enerjiyi çekmek
isterseniz, onu çekecek bir titreşim yaymanız gerekir.
Korku, mutlaka
korktuğunuz şeyi size geri getirir. Parasız kalmak korkusu, parasız
kalacağınız ortamı getirir. Hayatınız için kimseyi suçlamayın. Ya kendi
düşüncelerinizle veya hislerinizle yaratmışsınızdır, ya da aile,
gelenek, din, medya, politika, doktor, öğretmen vs ile manipüle
olmuşsunuzdur.
Saygı
Saygı, sevgi ile
birlikte, herhangi dengeli bir toplumdaki ‘kendinden dengeli’ bir
mekanizmadır. Dengesiz bir toplum, saygısızlığı engellemek için, ‘şunu
yapacaksın’ bunu yapmayacaksın’ şeklinde sayısız kural ve düzenlemeler
oluşturur. Yeryüzüne saygı duyuyorsanız, çevreyi kirletmemek veya zarar
vermemek için kanunlara veya devletin bekçilerine ihtiyacınız olmaz.
Hayata saygınız varsa, sizin gibi birer canlı olan hayvanlara da zarar
vermezsiniz. Başka insanlara saygınız varsa, eğer kimseye zararları
yoksa, kişilerin hayatlarını nasıl yaşamak istiyorlarsa, o şekilde
yaşamalarına karışmazsınız. Bizim anladığımız şekliyle kanunlara gerek
kalmaz, çünkü sevgi ve saygı, farklı insanların, görüşlerin ve
inançların ahenk içinde yaşamaları için yeterli bir denge
oluşturacaktır.
Başkalarına saygı
duymak, kişinin kendisine olan saygısıyla olur. Kendimize saygımız
varsa, başaklarının bize ne yapacağımızı veya ne düşüneceğimizi
söylemesine gerek yoktur. Kişinin kendisine olan saygısı varsa, tabii ki
uygun bir şekilde, çoğunluğa karşı olacak kadar da öz güvenlidir.
Bütün ‘-malısın’, ‘-melisin’ takılarını içeren emirlere boyun eğmez.
Oysa çocukluğumuzun erken yaşlarından itibaren, çoğu da önceki
nesillerden kalma, hatta bazısı binlerce yıldır süren kurallara boyun
eğmek üzere yetiştiriliyoruz. Bunu yapmalısın, şunu yapmalıyım, bunu
yapmamalıyım. Sevgi ve saygı, ‘Yaratılış’ın en güçlü birleşimidir. Bu
birleşimin ışığında korku da olmaz, suçluluk da...
Bağışlayıcılık
İnsanların
taşımakta olduğ suçluluk yükü, kendilerini affedememiş olmalarından
kaynaklanarak önceki hayatlarına kadar uzayabilir. Kendimiz affetmezsek ,
başkalarını da affedemeyiz. Başkalarını bağışlamazsak, alınganlık ve
gücenme duyguları içersinde kendimizi yer bitirir ve intikam peşine
düşeriz. İnsanlara, nesillerden beri süregelen savaşlar, bölünmeler
yaşatılıyor. Bunlara neden olmuş kişilere karşı öfke, sitem ve gücenme
duyguları ile yaşamanın bize ne yararı olabilir ki? Tabii neler olduğunu
bilmemiz gereklidir, çünkü bu bilgilere sahip olmazsak manipüle
edilmeye devam ederiz. Hiç kimse nefretimize müstahak değildir, çünkü
onlar da kurbandır. İçlerindeki başkalarını egemen olmak isteği,
duygusal ve spiritüel dengesizliğin fiziksel bir sonucudur. Onların
nefrete değil, sevgiye ihtiyacı vardır, ama sevgi duymak bütün bu
manipülasyona meydan vermek anlamına gelmemelidir. Burada; zorluklara
karşı nefret veya intikam duyguları içermeyen bağışlayıcılıktan söz
ediyorum. Ben senim, sen bensin, hepimiz ‘Bir’iz, dolayısıyla bütün
sorunların sonunu, kendinimi ve başkalarını bağışlayarak getireceğiz.
Aramızdaki
bölünmüşlük bitsin artık. Sistem bizlere bunu, binlerce yıldır ‘böl ve
yönet’prensibi ile uyguluyor. İçimizde ‘onlar’ ve ‘biz’ kavramı olduğu
sürece, hep manipülatörlerin oyucağı oluruz. Oysa hepiniz harika birer
‘ruh’sunuz, ‘öz’sünüz. İstediğiniz herşey olabilirsiniz. Çok özelsiniz
ve Yaratıcı tarafından o kadar çok seviliyoruz ki, bunu ifade edebilmek
çok zor. O, içinde korku, suçluluk, alınma, gücenme, yargılama ve
bölünme olmayan bir ‘Sonsuz Sevgi’. Uzun zamandır o sevgiden kopmuş bir
haldeyiz. Artık ‘ev’e dönme ve yeniden bağlanmanın zamanı geldi.
kaynak: http://davidicke-turkce.blogspot.com.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder