13 Eylül 2014 Cumartesi

Gerçeğin Titreşimleri - 5

David Icke’tan ‘Gerçek’in Titreşimleri (V)

‘Sevgi’ denen özgürlük...
 
Hepimiz ancak kendimize saygı duyup, kendimizi seversek gerçekten özgür oluruz, ancak ne yazık ki insanlık, kollektif olarak da, bireysel olarak da bunu yapmakta çok zorlanıyor. Sonuç olarak dünyaya kendimizi sevmemeyi, kendimizden nefret etmeyi, yani bu spiritüel kanseri aksettiriyoruz, içimizdeki hengame dışa dönüyor, sonucu da hergün haber bültenlerinde izliyoruz. Karşılaştığım en hırçın insanlar kendilerinden nefret eden, kendine sevgisi ve saygısı olmayan kişiler. Düşüncelerimiz ve davranışlarımız değişirse, dünyadaki hayat da değişir. Kendimizi iyileştirirsek, dünyayı da iyileştiririz. ‘Zihinlerimizi hapsetmiş olanlar’, bunun iyice farkındalar. Dışarıdaki kaosu sürdürebilmek için, biz insanların içimizdeki kaosu ve çatışmaları kışkırtmaları gerektiğini çok iyi biliyorlar, çünkü o zaman içimizdeki düşünce dalgalarımızı, enerjimizi, içimizdeki hastalığı ve uyumsuzluğu, dünyanın enerji alanına yansıtıp, dışsal, gezegen düzeyinde bir hastalık ve uyumsuzluk yaratacağız ve bu da içinde tutulduğumuz titreşim/frekans hapishanesini ayakta tutacak. Binlerce yıl boyunca, korku, suçluluk ve ‘değersiz bir kul olma’ duygusu yaratmak üzere dogmatik din kullanıldı. Bu da insanların, kendilerini güvende hissetmedikleri için, düşünme haklarını din adamlarına vermelerini sağladı, çünkü kendi kararlarını kendilerinin vermeleri için sonsuz bir yeteneğe ve hakka sahip olduklarını anlayamayacak kadar büyük bir güvensizlik içersindelerdi. Bilim nedeniyle dinin gücü azalınca; bilim, politika ve ekonomi dinin, bilimadamları, politikacılar ve ekonomistler de din adamlarının yerini aldı. Neticede hep sonsuz potansiyelimizi inkar etmek üzere koşullandırılıyoruz. Sanki doğuştan ‘günahkar’ız! Açıkçası, ‘insan kitleleri’ ‘sıradan insanlar’ veya ‘sokaktaki adam’ tabirlerini işittikçe veya politikacılar halkı ‘bizim insanımız’ şeklinde ifade ettikçe sinir oluyorum, sanki biz, onların yüksek akıllarıyla himaye etmeleri gereken çocuklarmışız gibi! 

 
‘Sıradan insan’ diye birşey yok! Sadece Yaratıcı’nın, tek bilincin, muhteşem yansımaları var! Her bir yansıma özel ve yaratıcı tarafından sonsuz bir sevgiyle seviliyor! Her bir yansıma/ruh/öz, deneyim yoluyla bir gelişim yolculuğuna çıkıyor ve istediği herşey olma, istediği her şeyi yapma potansiyeline sahip! Uyanma ve programlanmadan kurtulma işlemimiz ancak; korku,suçluluk ve değersiz olma duygusundan kurtulduğumuz zaman devreye girecektir. Her bir saniye, çevremizi saran evrenden ve kendi bilinç seviyelerimizden enerji alıyoruz. Bunlar içgüdüsel enerjiler. Bu akış ve bağlantı karın boşluğunun altındaki ‘Kök Çakra’denilen girdap noktasından girip, diğer enerji noktalarına geçiyor. Bu akış güçlü ve uyumlu olduğu zaman içsel potansiyelimiz çok güçlü oluyor, ama bu sadece kendimiz ile barışık isek söz konusu olabiliyor. 

 
Korku, suçluluk ve alınma da birer kavram, ama aynı zamanda birer enerji. Bu derinlere yerleşik, uzun süre tutulan duygular, bizi yiyip bitiren karanlık düğümler gibi. Eğer bunlarla yüzleşip salıvermezsek, kanser veya kalp rahatsızlıkları gibi hastalıkların baş nedeni oluyor, içimizden geçen enerji akışını bloke ediyor. Sembolik olarak bu engelleri, blokları, akmakta olan bir nehirdeki baraj veya büyük kayalara benzetebiliriz. Bunlar nehirde anaforlar ve girdaplar oluştururlar. Aynı şekilde zihnimiz hapseden titreşimsel hapishane de büyük bir negatif enerji düğümü olarak, bedenimize evrenden gelen enerji akışını bloke ediyor. Kendimizi değersiz görürsek, korku ve suçluluk hissedersek, bu bizim kendi öz benliğimizle olan bağlantımızdan koparır. Spiritüel açıdan korku ve suçluluk duymamıza neden olan unsurlara bakacak olursanız ne kadar saçma olduğunu anlarsınız. Bu duygularla, sadece nesillerden beri üzerimizde uygulanan bir programa kilitleniyoruz. 

 
Korku/Endişe
 
İnsanoğlunun en alt çizgisine bir bakacak olursak, bizden çekip alınamayacak bir tek şey var. Herşeyin kaynağı/Tanrı/Sonsuz Sevgi/Sonsuz Enerji adına ne derseniz, hepimizi eşit derecede ebediyen seviyor. Bu karmakarışık titreşimlerden kurtulup, yüksek benliğimize ulaşırsak, bu olağanüstü sevgiyi hissetmeye ve onu fiziksel dünyamıza taşımaya başlarız. O muhteşem sevgi ile bağlantı kurarsanız, onu hissetmeye başlarsınız. O yargısız, hükümsüz, koşulsuz ‘sevgi’dir. Korkacak hiçbir şey yok, çünkü yargısız koşulsuz bu sevgide, korku ya da suçluluk duygusu yoktur. Korku, kendi yarattığımız bir olgudur. Kalbimizin ve zihnimizin gücüyle bu korkuyu yaratmış olduğumuz gibi, yok edebiliriz de. Korkmamak, bilinçsiz olmak demek değildir. “Yaşamak için korkmak lazımdır, çünkü yoldan geçmekte olan bir arabanın önüne yürümek veya aslanın kafesine girmek korku olmazsa sağlanamaz” sözü yanlıştır. Korku ve bilinçli olmak aynı şeyler değildir. Birşeyin sonuçlarını bilip bundan kaçınmak için korkmak gerekmez. Aslında korku, hoş olmayan olayların nedenidir, onlardan korunmak değildir.

 
İki ülkeye birbiri hakkında saldırgan niyet içersine sokanlar politikacılardır. Her iki ülke de, karşısındakinin kendisi için olumsuz planlarının olduğunu düşünerek korkar ve ‘o beni yok etmeden ben onu yok edeyim’ düşüncesiyle karşı tarafa saldırır. Savaş genellikle korkunun, fiziksel bir tezahürüdür. Savaştan koruyucu sevgi ise, güven ve saygının tam karşıtıdır. Kendimizi korkularımızdan arındırırsak, dünyanın da korkudan arınmasına katkımız olur. Korkuyu dünyadan kaldırmak savaşları, anarşiyi ve bütün diğer uyumsuzlukları da ortadan kaldırır. Bir kez daha belirteyim, hepsi bizden başlar. 

 
Korku, kendine değer vermeme ve kendine saygı duymamak ile bağlantılıdır. Dışarıdan bakıldığı zaman, iyi görünüyor olmanın teyit edilmesi demektir. Birçok kişinin topluluk önünde konuşmaktan kaçınmasının nedeni korkudur. Bunun nedeni, izleyicilerin, hakkında ne düşünücekleri endişesidir. 

 
Kişiler karşılarındaki izleyicilere bakıp, söylediklerinin ve yaptıklarının doğru olduğunun onaylandığını görmek isterler. İzleyicilerin kendilerine itiraz etmelerinden veya kendilerini aptal bulmalarından korkarlar. Konuşmacıyı boş bir salona koyun, güvendiği aile üyeleri veya dostlarıyla doldurun, hepsi görüşlerini rahat rahat paylaşırlar. Belirsiz bir izleyici/dinleyici önüne koyun, görüşlerini belirtmekten çekinirler. 

 
İnsanlarla bağlantı kurup onların gerçek yapısını anlarsak onlar için doğru kişi oluruz. Oysa insanların sizin hakkınızda ne düşündüğü, ya da söyledikleri önemli değildir. Herkesin duymak istediği şey farklıdır, önemli olan kişinin yaptığı şeyin doğruluğuna inanmasıdır. Tabii ki bütün her türlü bilgiyi dinlemeye ihtiyacımız var, ancak içimizden yüksek benliğimizden kopup gelen içgüdüyü izlersek izleyicinin bizim hakkımızda ne düşüneceği korkusu veya endişesi duymayız, çünkü onların da kabul veya itiraz etmeye hakları olduğunu düşünürüz. Bu karşılıklı saygıdır. Önemli olan sizin kendinizi bilmenizdir. Bilgiyi bastırmanın en etkin yolu herhalde statükoya karşı olanların yaşadıkları korkudur. Hele şimdilerde insanlar konuşmak bir yana, düşündüklerini bile söyleyemez hale geldiler. Artık bunun sona ermesi lazım.

 
Çok kişi benim güvenliğimden endişe ediyor, çünkü ‘güç’lere karşı konuşuyorum, düşüncelerim basına yansıyor, konferanslar veriyorum. İçtenlikle söylüyorum, hiç korkmuyorum. Birşeyin doğru olduğuna inanıyorsam, seyirci veya dinleyici kitlelerine ulaşmamı engelleyecek bir şey olmaması için dikkat ediyorum, ama birşeyin doğru olduğuna içtenlikle inanıyor ve iletişim kurmak istiyorsam, sonuçlarından korkmuyorum. Öncelikle kelimelerle anlatamayacağım bir şekilde korunduğumu hissediyorum, ama en kötü ne olabilir? Ebedi varlığım bu fiziksel kabuğu terkeder, farklı bir gerçeklik dalgasına, başka bir boyuta geçer. Bunun da hiç kötü birşey olmadığını görüyorum. Yıllarca İngiltere’de alay konusu olduğum zamanlar çok kötü günler yaşamış olduğum için, bundan daha kötü bir şey olacağına inanmıyorum. Yolda yürürken insanların beni birbirlerine gösterip işaret etmeleri, bağırmaları, alay etmeleri, benim gerçekte ne düşünce içinde olduğumu değil, sadece basının verdiği bilgiyi, sorgusuz sualsiz kabul ettiklerini gösteriyordu. Bu tür deneyimler, bana insanların herşeye ne kadar kolaylıkla inandıklarını gösteriyor. Başkaları senin hakkında kötü düşünürlerse ne olur? İnsanların fikirleri sürekli olarak değişebilir. Bunda korkacak ne var? 

 
Suçluluk
 
Bazen seminerlerde ‘suçluluk’ duygusundan söz ettiğim zaman, bazı çok değerli muhteşem insanların, nasıl bir suçluluk duygusu içinde olduklarını görmek beni son derece üzüyor. Şahane insanlar, sırf suçluluk duygusu nedeniyle kendi hayatlarını cehenneme çeviriyorlar. Oysa suçluluk duygusu da korku gibi insanları kontrol altında altında tutmak için kullanılan bir kavram, ama analiz edecek olursanız bunların, nesilden nesile geçmekte olan , programlanmış değerler olduklarını görürsünüz. Dünyanın dört bir yanında Roman Katolik rahipler var ve bunlar cinsel isteklerini bastırmak için kendileriyle savaş halindeler. Oysa son derece doğal olan bu duygular, zavallıların bütün günlerini suçluluk duygusu ile geçirmelerine neden oluyor. Neden? Çünkü nereden aklına geldiyse, 1074 yılında Papa’nın birisi çıkıp rahiplerin bakir olmaları gerektiğine karar vermiş! 

 
Cinsel ilişkiler herhalde suçluluk duygusu yaratmak açısından kullanılabilecek sayısız aracı olan bir kavram. Örneğin magazin basını, zengin ve ünlülerin ahlakını yargılama haberleri olmasa, derginin sayfalarını nasıl dolduracak? Bu yargılamalarla nice insanın hayatı söndü. Üstelik bu yargılamaları yapanlar da, aslında kendilerinde olup olmadığı tartışılan ‘ahlak’ın bekçiliğini yapan medyacılar. Peki bu ahlakın yargılanma dürtüsü nereden geliyor? Binlerce yıl öncesinden. Peki buna kim karar vermiş? 

 
İlişkileri çevreleyen kelime ve klişelerin arkasına bakarsanız, orada hiç sevgi göremezsiniz. Orada bir çeşit sahiplenme duygusu vardır. “Seni seviyorum, o halde sana sahibim...” Bu da ne demek? Peki gerçek sevgi nedir, biliyor muyuz? O kadar sonsuz bir sevgidir ki, yargısız koşulsuz, sahiplenmeyen bir sevgi yoğunluğudur. Kimseye sahip olamayız. Acaba, kaç kişi karşısındakini gerçekten seviyor? Burada bizi sevdiği için ‘partnerimize saygı duymayalım’ demiyorum, tabii ki seveceğiz de sayacağız da, ama sözünü etmek istediğim ikili ilişkilerde çekilen acılar ve üzüntüler, genellikle programlanmış olmaktan kaynaklanıyor. Toplum, yüzlerce yıldan beri, neyi doğru neyi yanlış olarak algılayacağına tam olarak programlanmış durumda. Bakar mısınız, bir tarafta cinsellik kirli ve günahkar yapan bir unsur sayılıyor, diğer yanda medya yoluyla da alabildiğine teşvik gören fiziksel isteklerin kaynağı oluyor. Kısaca fiziksel aşk/cinsellik ile spiritüel/manevi aşk arasında bir bölünme oluşturulmuş. Spiritüel aşk/manevi sevgi, manevi enerjinin bir patlaması oluyor. 

 
Fiziksel deneyimimizi, düşündüklerimiz ve hissettiklerimizle kendimiz yaratırız, çünkü aklımız ve duygularımız, nasıl düşündüğümüze ve nasıl hissettiğimize bağlı olarak farklı frekanslarda dalgalar yayar. Bu sadece farkında olduğumuz bilinç için geçerlidir. Ancak bilinçaltımızda o kadar çok bastırılmış düşünce, davranış veya duygu vardır ki, bunlarla uğraşmak istemeyiz. Örneğin, çocukluğundan kalan bir öfkeyi bilinçaltında tutan bir yetişkin, farkında olmadan, hala o öfke dalgasını yayıyordur. Bu da , titreşim çekimi kanununa göre, bilinçli veya bilinçaltından öfkesi olanların öfkesini çeker. Dışarı ne verirsek, içeri onu çekeriz.

 
Bu titreşim karışımında; bilinçli düşüncelerimiz, duygularımız, doğuma bağlı astrolojik özellikler vardır. Doğduğumuz zaman, dünyaya geldiğimiz yer ve zamanda yeryüzünün enerji özelliğini alırız. Bu özellik, o anda hangi gezegenin dünyayı etkilediğine bağlıdır. Her dakika enerji alanı değişir, dolayısıyla nerede ve ne zaman doğduysak, hayatımız için en uygun olan enerji özelliğini alırız. İnteraktif titreşimler, kendi gönderdiğimiz enerjiyi bize gönderir. Eğer bir kurban olduğumuzu , hayatımızı kontrol edemediğimizi düşünüyorsak, o frekansta rezone eden kişilerle senkronize oluruz. O zaman talihsiz, güçsüz ve zavallı bir ‘dünya hayatı’mız olur. En güzel şeylerin hep başkalarına olduğunu düşünürüz, zaten olur da. Ama bize olmaz, çünkü dünyadaki güzel şeyleri içeren enerjiye bağlanmamışızdır. Hiçbir zaman yeterli paranızın olmayacağını düşünürseniz olmaz. Para bir enerjidir ve enerjiyi çekmek isterseniz, onu çekecek bir titreşim yaymanız gerekir.

 
Korku, mutlaka korktuğunuz şeyi size geri getirir. Parasız kalmak korkusu, parasız kalacağınız ortamı getirir. Hayatınız için kimseyi suçlamayın. Ya kendi düşüncelerinizle veya hislerinizle yaratmışsınızdır, ya da aile, gelenek, din, medya, politika, doktor, öğretmen vs ile manipüle olmuşsunuzdur.

 
Saygı
 
Saygı, sevgi ile birlikte, herhangi dengeli bir toplumdaki ‘kendinden dengeli’ bir mekanizmadır. Dengesiz bir toplum, saygısızlığı engellemek için, ‘şunu yapacaksın’ bunu yapmayacaksın’ şeklinde sayısız kural ve düzenlemeler oluşturur. Yeryüzüne saygı duyuyorsanız, çevreyi kirletmemek veya zarar vermemek için kanunlara veya devletin bekçilerine ihtiyacınız olmaz. Hayata saygınız varsa, sizin gibi birer canlı olan hayvanlara da zarar vermezsiniz. Başka insanlara saygınız varsa, eğer kimseye zararları yoksa, kişilerin hayatlarını nasıl yaşamak istiyorlarsa, o şekilde yaşamalarına karışmazsınız. Bizim anladığımız şekliyle kanunlara gerek kalmaz, çünkü sevgi ve saygı, farklı insanların, görüşlerin ve inançların ahenk içinde yaşamaları için yeterli bir denge oluşturacaktır.

 
Başkalarına saygı duymak, kişinin kendisine olan saygısıyla olur. Kendimize saygımız varsa, başaklarının bize ne yapacağımızı veya ne düşüneceğimizi söylemesine gerek yoktur. Kişinin kendisine olan saygısı varsa, tabii ki uygun bir şekilde, çoğunluğa karşı olacak kadar da öz güvenlidir. Bütün ‘-malısın’, ‘-melisin’ takılarını içeren emirlere boyun eğmez. Oysa çocukluğumuzun erken yaşlarından itibaren, çoğu da önceki nesillerden kalma, hatta bazısı binlerce yıldır süren kurallara boyun eğmek üzere yetiştiriliyoruz. Bunu yapmalısın, şunu yapmalıyım, bunu yapmamalıyım. Sevgi ve saygı, ‘Yaratılış’ın en güçlü birleşimidir. Bu birleşimin ışığında korku da olmaz, suçluluk da...

 
Bağışlayıcılık
 
İnsanların taşımakta olduğ suçluluk yükü, kendilerini affedememiş olmalarından kaynaklanarak önceki hayatlarına kadar uzayabilir. Kendimiz affetmezsek , başkalarını da affedemeyiz. Başkalarını bağışlamazsak, alınganlık ve gücenme duyguları içersinde kendimizi yer bitirir ve intikam peşine düşeriz. İnsanlara, nesillerden beri süregelen savaşlar, bölünmeler yaşatılıyor. Bunlara neden olmuş kişilere karşı öfke, sitem ve gücenme duyguları ile yaşamanın bize ne yararı olabilir ki? Tabii neler olduğunu bilmemiz gereklidir, çünkü bu bilgilere sahip olmazsak manipüle edilmeye devam ederiz. Hiç kimse nefretimize müstahak değildir, çünkü onlar da kurbandır. İçlerindeki başkalarını egemen olmak isteği, duygusal ve spiritüel dengesizliğin fiziksel bir sonucudur. Onların nefrete değil, sevgiye ihtiyacı vardır, ama sevgi duymak bütün bu manipülasyona meydan vermek anlamına gelmemelidir. Burada; zorluklara karşı nefret veya intikam duyguları içermeyen bağışlayıcılıktan söz ediyorum. Ben senim, sen bensin, hepimiz ‘Bir’iz, dolayısıyla bütün sorunların sonunu, kendinimi ve başkalarını bağışlayarak getireceğiz. 

 
Aramızdaki bölünmüşlük bitsin artık. Sistem bizlere bunu, binlerce yıldır ‘böl ve yönet’prensibi ile uyguluyor. İçimizde ‘onlar’ ve ‘biz’ kavramı olduğu sürece, hep manipülatörlerin oyucağı oluruz. Oysa hepiniz harika birer ‘ruh’sunuz, ‘öz’sünüz. İstediğiniz herşey olabilirsiniz. Çok özelsiniz ve Yaratıcı tarafından o kadar çok seviliyoruz ki, bunu ifade edebilmek çok zor. O, içinde korku, suçluluk, alınma, gücenme, yargılama ve bölünme olmayan bir ‘Sonsuz Sevgi’. Uzun zamandır o sevgiden kopmuş bir haldeyiz. Artık ‘ev’e dönme ve yeniden bağlanmanın zamanı geldi.
 
kaynak:  http://davidicke-turkce.blogspot.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder